Göz alabildiğine
uzanan bir sahilde, irili ufaklı sayısız çakıl taşı vardı. Denizin
durgun ve havanın kapalı olduğu zamanlarda, bu taşlardan hiç bir ses
duyulmazdı. Sadece martıların çığlıkları ve arada bir uzaktan geçen
yolcu gemilerinin sesi yankılanırdı. Ama deniz coşup da dalgalar
yükselince, neşeleri gelirdi çakılların. İliklerine kadar ıslanıp
titremelerine rağmen, şikayet etmezlerdi durumlarından. Çünkü denizin
dalgalarıyla yıkandıklarında, soluk yüzlerine renk gelir ve hava bir de
açıksa, üzerlerindeki geçici renkler, güneş ışığından ötürü parlamaya
başlardı. İşte bu zamanlarda, çeneleri düşerdi çakılların:
"Biz gerçekten güzeliz!. diye kasılırlardı. Hem renkliyiz hem parlak."
Yaptıkları
bu kadarda kalmazdı çakılların. Ara sıra kavga da ederlerdi, "sen
küçüksün ben büyük" "ben parlağım, sen soluk" gibi laflarla. Kavganın en
civcivli anlarında, bir ses duyarlardı çoğu zaman.
Derinlerden gelen ses:
"Güzelliğinizle asla övünmeyin!." derdi onlara. "Üstelik o güzellik, başkasına aitse."
Çakıllar, bu sese kulak vermez ve renklerini kıyaslar dururlardı. Ama o ses tekrar duyulur ve:
"Renkli olmak hüner değildir!." derdi. "O parlaklık ruhunuzdaysa eğer, renksiz olmak zarar vermez sizlere"
Çakıllar,
kendilerine o güzelliği veren şeyi merak etmedikleri gibi, derinden
gelen sese de aldırmazlardı. Gülüp geçerlerdi söylenenlere.
Çakılların
güzellikleriyle övündükleri bir gün, devlere benzeyen makineler girdi o
sahillere. Çelik tekerlekleriyle ezdikleri taşları bin parçaya bölerek.
Birbirinden gururlu taşlar, o devlerin pençeleriyle savrulup atıldılar
bir yana. Dağ gibi yığılan çakıllardan bazıları, bu sefer "biz üsteyiz,
siz altta" diye hor gördüler ezilenleri. Çok kısa bir zamanda, sahilin
altı üstüne getirildi adeta. Çakıllar, neler olup bittiğini anlamaya
çalışırken, adamlardan sevinç çığlıkları yükselmeye başladı:
"Bulduuuuk!." diye bağırıyorlardı hep bir ağızdan. "Bütün çakıllara bedel olan o taşı bulduk!."
Çakıllar,
bulunan şeyin ne olduğunu merak ettiklerinde, adamların ellerinde
renksiz bir taş gördüler. Hepsi dudak bükerek alay etmek üzereyken, o
renksiz taş güneş gibi parıldayıp selamladı onları, güneş çoktan batmış
olmasına rağmen.
Parlak taş, bir kenara atılan çakılların şaşkınlığını fark edince:
"Yıllar
boyu sizinle konuşan bendim!." diye gülümsedi. "Sizlerden çok daha
aşağılarda ve toprak altında idim. Ama içimdeki ışığı hiç kaybetmedim.
Ve o ışığı kimden aldığımı bildiğim için de, gururlanmadım. Bu yüzden de
sultalara taç olup başlarda, yüzük olup eller üstünde taşındım
asırlardır.?
Çakıllardan hiç bir cevap gelmedi. Adamlar ise,
gece olmasına rağmen, makinelerini başka bir sahile yönlendirdiler. Ay
ışığından aldıkları parlaklıkla övünen yassı çakılların bulunduğu karşı
sahile....