Lisede okuduğum yıllar,
ailemizin ekonomik yönden sıkıntılı olduğu bir döneme rastlamıştı.
Babam, bir türlü sevemediği manifaturacılık işini terk ederek tek gelir
kaynağımız olan dükkanını kiraya vermiş ve yaptığı kontratta on yıl
boyunca sabit tuttuğu kira miktarı, o yıllarda ilk defa ortaya çıkan
"enflasyonun canavarı" tarafından birkaç yıl içinde yenip bitirilmişti.
Evimizden
ilk eksikliğini hissettiğim şey, belki de çok sevdiğim için, her ay
başı alınan tekerlek şeklindeki sekiz - on kiloluk kaşar peyniri oldu.
Babamın İstanbul?a mal almak için gittiği günlerde getirdiği meşhur on
dilimlik ve on liralık çikolata ise, yerini "gofret" adı verilen "dışı
süslü içi boş" icatlara bırakılmıştı. Annemle babam, uyduğumuzu sanarak
yaptıkları konuşmalarda, her geçen gün daha da artan okul masraflarımızı
karşılamakta zorlandıklarını fısıldarlardı.
Her şey kısa bir
zamanda bozulmuş ve eskiden lezzet aldığımız şeylerin tadı, sanki bir
anda kaybolmuştu. Herhalde yiyecekler de, bunların başındaydı. Özellikle
sucuk, pastırma, peynir ve tereyağı gibi pahalı olanlar, bizde bir
rahatsızlık meydana getirmemesine rağmen annemle babama dokunur olmuş ve
herhalde yaşlanmaya başladıkları için, onları kesin bir perhize
sokmuştu. Ben üniversiteden mezun olana kadar kız kardeşlerim evlendi ve
makine mühendisi çıkan ağabeyimle birlikte aile bütçemize yaptığımız
katkılar, sekiz on yıllık o sıkıntılı dönemi bizlere unutturdu.
Yeniden
dünyaya gelmiş gibi sevinmiştim o zaman. Fakat en büyük sevincim, şimdi
ancak fatihalar gönderebildiğim annemle babamın her nedense birden
iyileşmeleri ve o pahalı gıdaları tekrar yiyebilecek hala gelmeleriydi.